İLK TİYATRO ESERİ
Abdullah Şengül
Türk edebiyatı yakın dönem tarihî hadiselere ışık tutacak, bunları farklı cephelerinden görmemizi sağlayacak eserler açısından çok zengin sayılmaz. Tarih kurgulayan eserlerde tarih anlatma telaşı zaman zaman olayların sebep ve sonuçları ile tartışılmasına engel olur.
Mithat Cemal’in kaleme aldığı Yirmisekiz Kânunuevvel (Mithat Cemal, 1334/1918) isimli manzum tiyatro, Çanakkale Savaşlarını sıcağı sıcağına anlatan ilk eserdir. Geçtiğimiz asrın çok önemli bir tarihî hadisesi olan ve milletimizi derinden etkileyen bu savaşlara sanatçılarımızın, dolayısıyla edebiyatımızın ilgisi ne yazık ki yeterli değildir. Türk tarihi açısından son derece önemli olan Çanakkale Savaşlarını, Cumhuriyet dönemine kadar Türk tiyatrosunda üç eserin doğrudan anlattığını görüyoruz. Beş eserde ise bu savaşlara Birinci Dünya Savaşı içinde yer verilmiştir. Cumhuriyetten sonra -bizim tespit edebildiğimiz kadarıyla- sadece sekiz oyunda bu savaşların sanatkarlarımızın gündemine geldiğini görüyoruz.
1915 yılının Haziran ayında “Başkumandanlık Vekâleti, Karargâh-ı Umumî İstihbarat Şubesi Müdürlüğü” devrin şair, yazar, ressam, gazeteci gibi münevverlerine birer davetiye göndererek, bu edebî heyetten, Çanakkale’deki harp sahalarını ziyaret etmelerini, gözlemlerini halka ve gelecek nesillere anlatmalarını ister. Bu geziye katılanlardan biri olan İbrahim Alâettin (Gövsa), Çanakkale İzleri isimli eserinin ön sözünde: “Çanakkale harbine iştirakimizin saikleri ve neticeleri ne olursa olsun Çanakkale kavgasının şiirini ve büyüklüğünü tespit ve onu gelecek nesillere nakletmek millî bir borçtur. Hele o borç, harp sahnelerini görmek fırsatına nail olanlar için elbette iki katlı olur” der.
Bu çabanın ilk ürünlerinden biri olan Yirmisekiz Kânunuevvel bizzat şahit olup, gözlem yapıp anlattığı bu devir eserinde edebiyat, tarih ve sosyoloji başta olmak üzere, günümüzde birçok bilgi alanına ışık tutmaktadır. Çanakkale konusunda bugün hazırlanan film ve belgeseller, bize ait bu tip kaynakların yetersizliğinden dolayı, çoğu işgalci olan yabancıların dikkatiyle kaleme alınmış kaynakları kullanmaktadır. Bu yüzden ortaya çıkan eserler, onların bakış açılarını kullandığı için, bizi tam olarak yansıtmamaktadır.
Bütün bunlardan başka ortaya konan eserlere etki eden temel etkenlerden biri, o esere vücut veren yazarın sanat anlayışıdır. Eseri bu bilgilerden bağımsız düşünemeyiz. Mithat Cemal Kuntay, “San’at Yurdum İçindir!” isimli şiirinde şöyle diyor:
“San’at, o benim yurdum için, ırkım içindir;
Kudsî bir ışık olması âfâkım içindir.
(…)
Lâkin ne zaman ben de yüz on milyon olursam,
San’at o zaman bir kuş için, bir at içindir;
San’at o zaman san’at içindir!”
O halde bize düşen Yirmisekiz Kânunuevvel’i öncelikle anlatma zamanına ait bu zihni yapıdan hareketle görmeye çalışmaktır. Mithat Cemal, benzer temaları işlediği birçok eserinde oldukça başarılıdır. Mesela, Birinci Dünya Savaşı sırasında kaleme aldığı “Yurt Duygusu-1” isimli şiirinde yer alan;
“Ölmez bu vatan, farz-ı muhal, ölse de hattâ,
Çekmez kürenin sırtı o tâbût-u cesîmî!”
mısralarını daha sonra Mustafa Kemal Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden okur. Kendisi de şair olan Yusuf Ziya Ortaç, “O yıllarda bu iki mısra bütün bir edebiyata bedeldi” der.
Bu tespitlerimizden sonra Mithat Cemal’in 1334/1918 yılında kaleme aldığı, Yirmisekiz Kânunuevvel isimli manzum piyesini, verilmeye çalışılan temel düşüncelerden hareketle değerlendireceğiz. Böylece, yakın dönemin çok önemli bir hadisesi olan bu savaşların kendi devrindeki algılanışının yanında, savaşın sebep olduğu sıkıntıların edebî eserlere ne şekilde yansıdığını da görmeye çalışacağız. Eser, dil, üslup ve tiyatro tekniği açısından eksikliği bir tarafa, savaşın sebep olduğu olumsuzlukları, farklı çevrelerin dikkatiyle anlatması bakımından önemlidir. Eserin bir diğer başarısı da Çanakkale konusunu ele alan ilk eser olmasına rağmen, genel bir fotoğraf göstermek yerine, emekli bir paşanın konağından ve bu konaktaki değişik statüleri olan insanların dünyalarından hareketle anlatmaya çalışmasıdır.
Yirmisekiz Kânunuevvel, her düşüncenin farklı bir önemli oyun kişisine temsil ettirildiği manzum bir tiyatrodur. Eser, bu şahısların maceralarına göre geliştirilir. Olaylar, Çanakkale bombardımanının ikinci ayında -Mart 1915’te- başarılı bir asker emeklisi olan Emekli Paşa’nın konağında başlar ve yine bu konakta son bulur. Paşa, kızı Süheyla, hasta olan yeğeni Gülsüm, emektar halayığı ve beslemesi ile birlikte, ihtişamlı yılların ardından, savaşın sebep olduğu sıkıntılarla mücadele etmeye çalışmaktadır.
Birinci perde, Binbaşı Âdil Bey’in bu konağa nişanlısı Süheyla’yı görmeye gelmesiyle başlar. Paşa, Damadı Âdil Bey’le savaşın gidişatı üzerine konuşurlar. Balkanlarda Osmanlı Ordusu’nun hezimetini anlatan Paşa, Çanakkale’deki savaşın sonucundan umutsuzdur. Zira Osmanlı Ordusu Balkanlarda iyi bir sınav verememiş, disiplinsizlik yüzünden birçok asker ordudan kaçmıştır. Anlatıcı üstü kapalı da olsa, Emekli Paşa’nın ağzından İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası arasındaki çatışmaya dikkat çeker ve bu kavgaların orduda meydana getirdiği çürümüşlüğü anlatır. Ona göre Balkanların kaybedilmesinin en önemli sebebi, ordudaki emir ve komuta hiyerarşisinin bozulmasıdır. Paşa, aynı endişelerle yakından takip ettiği bu savaşın sonucundan da umutsuzdur. Âdil Bey, Paşa’nın bahsettiği bu kaçaklardandır. Savaştan gizlice kaçmış, konağa nişanlısını görmeye gelmiştir. Yaşadığı vicdan azabına daha fazla tahammül edemeyen Âdil Bey, nişanlısıyla vedalaştıktan sonra cepheye gitmeyi düşünmektedir. Yaşadığı bütün bu utanca rağmen, vatan savunması konusunda, Paşa gibi düşünmemekte; mutlaka mücadele edilmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu konuda nişanlısı Süheyla da kendisiyle hemfikirdir.
Oyunun ikinci perdesinde mekan Çanakkale’dir. Âdil Bey, burada kahramanlığın her türlüsüne şahit olmaktadır. Düşmanın her türlü üstünlüğüne karşı kahramanca mücadele eden, ölümü, çocuklarına bırakacakları en güzel miras kabul eden insanlarla ortak mücadele etmenin gururuyla, epeydir yaşadığı vicdan azabından kurtulmaya çalışmaktadır. 1331 yılının Aralık ayında, Seddülbahir’de; Gülsüm’ün üç kardeşinin şehit olduğu yerde bu gururu yaşar. Yaralı yaralı savaşmaya devam eder. Bir bombanın yanında patlaması sonucu sağ bacağını kaybeder.
Üçüncü perde, Zafer’in İstanbul’daki yansımasına ayrılmıştır. Şenlikler, fener alayları ile bu zaferi kutlayanlar arasında Paşa ve Süheyla da vardır. Âdil Bey, fizikî yönden eksik ama vicdanen sapasağlam bir şekilde İstanbul’a döner. Tarih; Yirmisekiz Kânunuevvel’dir. Âdil Bey’in bacağını kaybetmesi, kendisinden başka kimsenin umurunda değildir. Kendisi de, daha önce korkak bir kaçak olarak geldiği nişanlısının yanına, bu sefer bir kahraman olarak dönmenin gururunu içten içe yaşamaktadır. Âdil Bey, bir süre sonra sakat bir insan olarak, Süheyla’nın hayatından çekilmek ister. Oysa sakatlığını nişanlısı hiç problem etmemiştir. Süheyla, Âdil Bey’in kendisini artık sevmediğini düşünerek üzülür. Oyunun sonunda, konağa Âdil Bey ve Süheyla’nın da bulunduğu bir sırada, harp zengini Bedri gelir. Çanakkale’de her türlü fedakârlığı yaparak kahramanca ölümü göze alanların yanında, Bedri gibi vurguncuların ortaya çıkması, savaşların bir diğer yüzüdür. Vurgunculuğun, ihanetin ve fırsatçılığın boyutları, Bedri’nin bu konakla ve konaktakilerle ilişkilerinden hareketle verilir. Eser, savaşta bir bacağını kaybeden Âdil Bey ile Savaş vurguncusu Bedri’nin karşılaştırıldığı sahneyle sona erer. Paşa, damadı Âdil Bey’in fotoğrafını duvardaki Kanije Kahramanı Tiryaki Hasan Paşa’nın yanına astırır. Hatta hizmetçinin boyu yetişmeyince, Paşa eğilir ve üzerine bastırarak iki kahramanın fotoğrafının yan yana asılmasını sağlar.
Oyun, şu dört temel düşünce üzerine geliştirilir. Sırasıyla, umutsuzluk (kaçış, inançsızlık, güvensizlik), kahramanlık (gurur), aşk (sadakat ve bağlılık), savaş vurgunculuğu ve ihanet. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Yirmisekiz Kânunuevvel sıcağı sıcağına yazılan bir eser olduğu için, siyasî sonuçlarından ziyade, savaşın kendi hikâyesini esas almıştır.
Gerek savaşın devam ettiği sırada ve gerekse zaferle sonuçlanmasının ardından yapılan gözlemler, bu dönemde yazılan diğer iki tiyatro eseriyle büyük ölçüde benzerlik gösterir. Bir taraftan Çanakkale geçilmesin diye canını dişine takanlar; her şeyi geride bırakarak cepheye koşanlar, diğer taraftan savaşın sonucu ile ilgili umutsuzluğa düşenler, bir diğer taraftan da bunu fırsata çevirip, yükünü tutanlar. Devir eserlerinde -hele toplumsal olayları anlatıyorsa- önemli olan zaten bu yansımalardır. İşin teknik ve üslûp özellikleri bir tarafa, savaşın devam ettiği günlerde toplumun değişik katmanlarının bu durumu nasıl algıladığı önemlidir. Savaşa ve savaştan henüz çıkmış Türk toplumuna tutulan bu aynada, tespit edilebilecek birçok ayrıntı mevcuttur. Bu ayrıntılar, toplumsal algılama, toplumsal düzen ve toplumsal barış açısından son derece önemlidir. Ziya Gökalp’in “şuur devrinde şiir susar” dediği gibi böyle zamanlarda kaleme alınan eserleri, toplumsal şuur açısından öncelikli ele almak gerekir.
Çağdaş toplumlarda harp edebiyatının en önemli malzemeleri savaş zamanlarında sıcağı sıcağına tutulmuş notlar, günlükler, hatıralar, raporlar, mektuplar ile yine savaş devam ederken veya hemen akabinde yazılmış olan edebî eserlerdir. Bu dokümanlar açısından ne kadar fakir olduğumuz ortadadır. Bu yüzden, çoğu zaman kendi savaşlarımızı başkalarının dikkatinden okumak ve öğrenmek zorunda kalırız. Yirmisekiz Kânunuevvel bu dikkatle bakacağımız bir eser olması bakımından önemlidir. Bir asır öncesine ait, toplumun bir kesimine tutulan aynadan, hem kendi devri için, hem de bugün için çıkaracağımız birçok anlam yüklüdür.
Yirmisekiz Kânunuevvel’in oturduğu temel düşüncelerden birincisinin umutsuzluk (kaçış, inançsızlık, güvensizlik) teması olduğunu söylemiştik. Bu tema, devrin diğer eserlerinde de karşımıza çıkıyor. Özgüven eksikliği, o dönemde maalesef dış dünyanın bir gerçeği. Balkan Savaşları’nı takip ettiğimiz Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde bu eksikliğin sebep olduğu felaketler anlatılır. Heyecanı kalmamış, millî şuurdan uzak, hatta Türkçe bile konuşamayan, disiplinsiz, korkak, askerlerle Balkanlarda hiçbir şey yapılamayacağını ve nitekim yapılamadığını, sayıları çok az olmakla birlikte bu eserler çeşitli fotoğraf kareleri şeklinde yansıtır. Yirmisekiz Kânunuevvel’de, emekli bir asker olan Paşa, bu düşüncenin temsilcisi olarak karşımıza çıkar. Balkan Savaşları’ndaki ordunun durumu, başarılı bir asker olan Paşa’nın umutlarını kaybetmesine sebep olmuştur. Paşa, İngiliz ve Fransız orduları karşısında silah, teçhizat, donanım ve askerin eğitimi açısından son derece zayıf olduğumuz ileri sürerek, bu şartlarda savaşa girilmesine karşı çıkar. Ordu, son sınavında bu emekli Paşa’ya göre sınıfta kalmıştır. Bu utancı yine yaşama ihtimalinden korkar. Bu yüzden damadına karşı açık bir şekilde endişelerini dile getirir. Paşa, siyasî, sosyal, kültürel alanda da durumun askerî durumdan pek farklı olmadığına inanır. Ona göre memlekette doğru olan, temiz kalan bir şey yoktur. Her şey lekelenmiş, kirlenmiştir. Damadı Binbaşı Âdil Bey, bir korkak gibi savaştan kaçmış olmasına rağmen – ki bunun utancını en derin şekilde yaşamaktadır- nişanlısı Süheyla ile beraber, Çanakkale’deki direnişi savunur. Paşa’daki savaş aleyhtarlığı da diyebileceğimiz bu düşünceler, onun yaşı ve savaşın sebep olduğu olumsuzlukları en derin şekilde yaşamasıyla da ilişkilendirilebilir. Paşa, son perdede yaşadığı mahrumiyeti anlatırken, karısının cenazesini kaldırmak için şerefle taşıdığı nişanlarını sattığını söyler. Paşa’ya göre bütün bunları yaşamasına savaşlar ve savaşların sebep olduğu olumsuzluklar sebep olmuştur.
İkinci temel düşünce kahramanlık (gurur) temasıdır. Bu temanın eserdeki en dikkate değer temsilcisi Binbaşı Âdil Bey’dir. Binbaşı Âdil Bey, Balkanlarda yaşadığı bu utancı, Çanakkale’de gurura dönüştürür. Bir kadın olmasına rağmen savaşı, direnişi, vatan için ölümün güzelliğini yüksek sesle anlatan Süheyla da bu temanın bir diğer dikkate değer temsilcisidir. Süheyla, cephede kahramanca ölen iki zabiti tarif ederken, savaştan kaçmanın utancını yaşayan Binbaşı Âdil Bey; “Ben de görsem bu türlü öldüğümü” der. Süheyla bu sözler karşısında, sevdiği adamın utançla yaşamasındansa kahramanca ölmesini her zaman tercih edeceğini söyler; vatan için şehit olmanın önemine vurgu yapar. Birçok insanın cepheden kaçtığı o günlerde, bu sözlerin bir genç kızın ağzından söyletilmesi kendi devri içinde çok önemlidir. Enver Töre, bu oyunu, Çanakkale Savaşı’na katılmakta başlangıçta tereddüt eden İstanbul gençlerinin savaşa katılarak kahraman oluşlarının hikâyesi olarak görür. Bu ve benzeri düşünceler, özellikle ikinci perdede, cephedeki kahramanlıklara şahit olan Binbaşı Âdil Bey’in dikkatiyle de verilir. Oraya savaşmaya gelen her yiğit, -Bedri gibi bozgunculuk yapanlar, savaşı fırsata çevirenler hariç- bu onuru en yüce şekilde yaşamak için çok isteklidir.
Eserdeki üçüncü temel düşünce, Süheyla’nın temsil ettiği, aşk (sadakat ve bağlılık) temasıdır. Sevdiği erkeğin, savaştan sakat dönmesine aldırmadan, onu bir kahraman gibi karşılayan Süheyla, savaş sonrası sakat ve topal kaldığını söyleyen Binbaşı Âdil Bey’e, şimdi sakat kaldığın için değil, on ay önce sakat kalmamak için Balkanlardan kaçan Binbaşı Âdil Bey’den utandığını söyler. Süheyla, Çanakkale’deki kahramanlar sayesinde Türk kadınının iffetinin tertemiz kaldığını söyler. Bu kahramanlardan biri nişanlısı Âdil Bey’dir ve bundan dolayı çok mutlu ve gururludur.
Oyundaki dördüncü temel düşünce, Bedri’nin temsil ettiği, savaş vurgunculuğu ve ihanet üzerine oturtulur. Savaşın sosyal yapıyı derinden etkileyen bir diğer yüzü de budur. Bir taraftan kahramanca savaşıp toprağa girenler, diğer taraftan bu durumu fırsata çevirenler. Üstelik Bedri sadece savaş zamanında değil, diğer zamanlarda da benzer davranışlar içindedir. Gülsüm’ün eski eşi olan Bedri, büyük bir servete sahiptir. Servetinin ne kadar kirli olduğunu herkes bilir. Ancak devir, artık Bedri gibilerin devridir. Paşa, bu durumdan oldukça rahatsız olmasına karşın yapabileceği fazla bir şey yoktur. Aç kalmamak için bu savaş vurguncusunun himmetine muhtaçtır. Savaş, bir kahramanı, bir vurguncunun kucağına atmıştır. Bu yüzden konağını ya rehine verecektir veya satacaktır.
Edebî eser, öncelikle “yazıldıkları dönem için vardır” deriz. Sadece bu düşünceyi çıkış noktası olarak aldığımızda bile, bu oyunun göstermek istediği birçok sosyal mesaj ile karşılaşırız. Savaş, hem maddî hem de manevî olarak toplumu çürütür. Geçtiğimiz asrın başında böyle bir çürümeyi en şiddetli şekilde yaşadığımız bu eserin temel izleklerinden biridir. Anlatıcı bunu, Bedri Bey vasıtasıyla göstermeye çalışır.
Yirmisekiz Kânunuevvel, girişte de ifade ettiğimiz gibi genel bir fotoğraf gösterme yerine, konuyu daha daraltarak, bu tarihî olayı, emekli bir paşanın konağındaki insanların hayatlarından hareketle göstermeye çalışır. Eser, bu açıdan da önemlidir. Devrin siyasî görünüşü, insanî özellikleri ve sosyal hayat hakkında daha sağlıklı bilgilere ulaşılabilir. Böylece Çanakkale Savaşları’nın cephe gerisine ne şekilde yansıdığının hikâyesi de bu sayede öğrenilebilir. Harp edebiyatı, savaşın bu yıkıcı yüzünü gelecek nesillere aktarması; zor yıllarda verilen mücadeleden hareketle gelecek bilinci oluşturması açısından önemlidir. Harp edebiyatı metinlerinin genel karakterinde bu tip bilinçleri ön plana çıkarmak vardır. Bu yüzden estetik doku daha zayıf kalır. Bu durum Yirmisekiz Kânunuevvel için de geçerlidir. Oyun, söz konusu öğeler açısından oldukça önemlidir.
Edebiyatımızda çok esaslı bir manzum tiyatro birikiminin olmaması ve Mithat Cemal’in tiyatro türünü ilk defa denemiş olmasından kaynaklanan eksiklikler vardır. Bu bir dereceye kadar hoş görülebilir. Ancak, eserde son derece acemice yapılmış bir kurgunun varlığı söz konusudur. Mesela, Paşa, Çanakkale’den bir ayağını kaybetmiş halde dönen damadının bu durumunu fark etmez. Üç perdelik manzum oyun olan Yirmisekiz Kânunuevvel, aruz vezninin “Feilâtün (fâilâtün) mefâilün feilün (fa’lün)” kalıbıyla yazılır. Manzum tiyatrolarda vezin genelde sıkıntılı olur. Burada da zaman zaman vezin kusurları söz konusudur.
Kaynakça
Göktürk, Halil İbrahim. Mithat Cemal Kuntay, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987.
Gövsa, İbrahim Alâettin. Çanakkale İzleri-Anafartaların Müebbet Kahramanına-, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayını, 1993.
Kolcu, Hasan. Yirmisekiz Kânûn-ı Evvel, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1999.
Mithat Cemâl. Yirmisekiz Kânunuevvel, İstanbul: Matbaa-i Osmaniye, 1334/1918.
Ortaç, Yusuf Ziya. Bir Varmış Bir Yokmuş-Portreler, İstanbul: Yeni Matbaa, 1960.
Şengül, Abdullah. “Çanakkale Savaşlarını Anlatan İlk Tiyatro Eseri: Yirmisekiz Kânunuevvel” Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı. Yıl: 2014, C.12, sayı:16; 115-129.
Töre, Enver. II. Meşrutiyet Tiyatrosu-Temalar, İstanbul: Dijital Sanat yayıncılık, 2010.
Ziya Gökalp. Yeni Hayat Doğru Yol, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1976.
Atıf
Şengül, Abdullah. “İlk Tiyatro Eseri”, Çanakkale Savaşları Ansiklopedisi, Ed. Murat Karataş, İstanbul: Çanakkale Savaşları Enstitüsü Yayını (ISBN: 978-605-80897-7-8), 2024.
Abdullah Şengül, “İlk Tiyatro Eseri”, Çanakkale Savaşları Ansiklopedisi, Ed. Murat Karataş, Çanakkale Savaşları Enstitüsü Yayını (ISBN: 978-605-80897-7-8), İstanbul 2024.