EDEBÎ HEYET
Beşir AYVAZOĞLU
1915 yılının Haziran ayında, aralarında Tevfik Fikret’in de bulunduğu otuz kadar şair, yazar, ressam ve bestekâr, Karargâh-ı Umumî İstihbarat Şubesi Müdürlüğünden birer tezkere alırlar. Yazıda, Çanakkale’de muharebe alanlarını gezerek duygularını ve düşüncelerini, icra ettikleri sanatın diliyle halka ve gelecek nesillere anlatmaları istenmektedir. Bu bir emir değil sadece bir rica ve tekliftir. 28 Haziran 1331 (11 Temmuz 1915) Pazar günü, sol kollarında çift yeşil defne dalından işaretli hâki keten elbiseleriyle Sirkeci Garı’nda buluşan sanatkârlar, davet edilen birçok tanınmış şair ve yazarı aralarında göremeyince hayal kırıklığına uğrarlar. “Refakatleri haberiyle sevindiğimiz zevattan bir kısmı son günlerde kararlarından vazgeçmişlerdi” diyen İbrahim Alâeddin (Gövsa), bazılarının resmî görevleri sebebiyle bazılarının da seyahat yorgunluğunu ve muhtemel tehlikeleri düşünerek bu tarihî fırsatı kullanmadıklarını söyler.
Daveti kabul ederek Sirkeci Garı’nda buluşan ve trenle yola çıkan şair, yazar, ressam ve bestekârlar şunlardır: Müfid Râtib, Ağaoğlu Ahmet, Ali Cânib (Yöntem), Enis Behiç (Koryürek), Hakkı Süha (Gezgin), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Hıfzı Tevfik (Gönensay), Mehmet Emin (Yurdakul), Muhiddin (Birgen), Orhan Seyfi (Orhon), Ömer Seyfeddin, Celâl Sâhir (Erozan), Selahattin (Darüleytamlar müdürü), Yusuf Razi (Bel), İbrahim Alâeddin (Gövsa), Çallı İbrahim, Nazmi Ziya (Güran), Ahmed Yekta (Madran). Bu gruptan sadece Müfid Râtib, Keşan’da geçirdikleri gece hastalanmış ve Uzunköprü’den geri dönmek zorunda kalmıştır. Harp alanlarını Erkânıharp binbaşısı Edib Servet ve Yüzbaşı Hulusi Beylerin mihmandarlığında gezen heyetin sağlık problemleriyle genç doktorlardan Fikri Bey ilgilenmektedir. Heyette ayrıca bir fotoğrafçı ve geziyi canlı olarak tespit eden bir sinemacı vardır.
Heyet, Uzunköprü’de trenden indikten sonra gece arabalarla Arıburnu’na doğru yol alırken bir ara ufuklar şimşek çakmış gibi aydınlanır. Havada büyücek bir ateş parlamış; doğuya doğru yeşil, sarı ve sincabî alevler saçarak düşmüştür. Genç şairler arabalarından fırlar, heyecan içinde gördükleri şeyin ne olduğunu tartışmaya başlarlar. Bu alev topunun bir gülle yahut uçaktan atılan bir bomba olduğunu iddia eden de vardır, akan yıldız olduğunda ısrar eden de… Ömer Seyfeddin gördükleri alev topunun göktaşı olduğu kanaatindedir. Sabah molası için durunca sol kollarında çift yeşil defne dalından işaretli hâki keten elbiseler giymiş kabalaklı yazarlar ve genç şairler sevinçle arabalardan inerler. Henüz arabasından inmemiş olan Ömer Seyfeddin heyecanlı bir ses işitir: “Havaya bakın, arkadaşlar, havaya bakın!” Arabanın penceresinden başını çıkarıp gözlerini yukarı kaldıran Ömer Seyfeddin, çok parlak ve açık mavi gökyüzünde hiçbir şey göremez. Fakat aynı heyecanlı ses ısrarlıdır, “Bakın, ‘fethun karîb’, görmüyor musunuz?” Heyet üyeleri merakla gökte gösterilen noktaya bakmaktadırlar. Ömer Seyfeddin de arabadan inip gösterilen noktaya bakınca şeffaf bir kurdele gibi ince, belirsiz bir duman yığını görür. Kafiledekilerden kimi bu duman yığınında beliren şekillerde “fethun” kelimesindeki “ha” harfini, kimi “karîb”in “kaf”ını gördüğünü, kimi de “fethun karîb”in net bir şekilde okunduğunu iddia etmektedir. Bu söz Saff Suresi’nin “Yardım Allah’tandır ve fetih yakındır. Müminleri müjdele!” anlamındaki on üçüncü ayetinin bir bölümüdür.
Hadiseyi “Müjde” isimli hikâyesinde anlatan Ömer Seyfeddin, “Fethun karîb”in sarih bir şekilde okunduğunu belirttikten sonra “Orada, Çanakkale’de ezeliyet fecrine gider gizli manevî yollara benzeyen uzun, nihayetsiz siperler içinde benim de –bilmem nasıl oldu– gelirken gördüğüm şeyin Tanrı eliyle yazılmış ‘fethun karîb’ müjdesi olduğuna şüphem kalmadı!” diyor. Aynı hadiseyi Hamdullah Suphi ve Ali Cânib’in anlatmış olmaları, bunun bir hikâyeci fantezisi olmadığını gösterir. Bir göktaşının arkasında bıraktığı izde “Fethun karîb”i okumak, hurafe hissinden çok, ümitsizlikten ve kurtuluş için bir mucize bekleyişi içinde olmaktan kaynaklanan bir yanılsama olsa gerektir.
Keşan yoluyla Bolayır’a kazasız belasız ulaşan heyet üyeleri, burada Rumeli Fatihi Şehzade Süleyman Paşa’nın bombardımanda isabet alan türbesiyle Namık Kemal’in kabrini de ziyaret eder, “Vatan Şairi”nin kabri başında birkaç fotoğraf çektirirler. Hamdullah Suphi’nin, bu türbeleri ziyaret ederken hissettiklerine dair yazdıkları, o gün orada konuşulanlar hakkında da az çok fikir vermektedir: “Rumeli yollarını açan büyük fatihin, kalbe huşu veren kutsî, fakat hakaret görmüş türbesi yanında, direkleri yıkılmış, kubbesi yere düşmüş diğer bir lâhit var ki, büyük şairimiz Kemal Bey’indir. En mesut bir tesadüf, Avrupa yollarını açmış iki büyük yurttaşı yan yana getirmiş bulunuyor. Bunlardan biri maddî Avrupa’ya, diğeri manevî Avrupa’ya Türkleri isal eden iki kahraman, iki rehberdir. Bizden evvel geçen asker ziyaretçiler lâhitlerin mermerleri üstüne kendi kalemleriyle ‘İntikamınızı alacağız, sevgili şehzademiz, sevgili babamız!” diye yazmışlardı.
Ali Cânib, Namık Kemal’in kabrinin mermerlerine oradan geçen neferlerin yazdıklarından iki örnek nakletmiştir. Biri Menemenli Hüseyin isminde bir nefere aittir: “Ey Türk şairi, senin ve memleketinin intikamını almaya gidiyoruz!” Diğerini ise Kastamonulu Hâfız Mehmed yazmış: “Hürriyet şehidi Namık Kemal’in mezarında zafer için yemin ediyorum.”
Edebî Heyet üyeleri daha sonra Gelibolu’ya geçerek 5’inci Ordu Karargâhına ulaşmış, Arıburnu ve Seddülbahir harp sahalarını gezmişti. Ali Cânib Bey, o tarihte Anafartalar Muharebesi’nin henüz başlamadığını fakat Miralay Mustafa Kemal’in Arıburnu’nda İngilizleri dar bir alana mıhladığını anlatmaktadır. Edebî Heyet, bölgeye ulaştıktan sonra bir ara Türk siperlerinin bulunduğu yerden mızıka sesleri yükselir ve aynı anda İngilizler yaylım ateşine başlar. Ali Cânib Bey bunun sebebini sorunca Arıburnu Komutanı Esat Paşa, her gün öğle vakti Cesarettepesi’nde 19’uncu Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in askerlerine mızıka eşliğinde yemek yedirdiğini, sahilde dar bir alana sıkışıp kalmış olan İngilizlerin kendileriyle alay edildiği zehabına kapılarak tepeyi yaylım ateşine tuttuklarını söyler. Ali Cânib Bey, Selanik’ten tanıdığı Mustafa Kemal’le orada bir telefon görüşmesi yapmış ve Mehmed Emin Bey’le de görüşmesini sağlamıştır. Genç komutan, Edebî Heyet’i Cesarettepesi’ne davet ederse de Esat Paşa, aradaki yolun ateş altında bulunduğu gerekçesiyle buna izin vermez.
Ali Cânib, Çanakkale Cephesi’nde gördüklerini Yeni Mecmua’nın “Çanakkale Fevkalâde Nüshası”nda yayımlanan “Seddülbahir Gurubunu Ziyaret” başlıklı yazısının yanı sıra Turan gazetesinde “Harp Cephesine Doğru” başlığı altında altı bölüm halinde yayımlanan yazı serisinde anlatmıştır. Yeni Mecmua’daki yazısında, hiçbirinin adını anmadığı arkadaşlarıyla birlikte gittiği bir tarassut mevkiinde dürbünle düşman siperlerine baktığından söz eder. Dışarısı kendi tabiriyle ölü tarlasıdır; bir arkadaşı bu korkunç manzaranın fotoğrafını çekmek isteyince görevli zabitler tarafından engellenir. Çünkü değil makine, daha küçük bir şey çıkarılsa kurşun hazırdır.
Edebî Heyet, alınan bütün tedbirlere rağmen zaman zaman tehlikeli anlar yaşamıştır. Hakkı Süha Gezgin bir yazısında; siperleri gruplara ayrılarak gezdiklerini, kendisinin Ömer Seyfeddin ile aynı gruba düştüğünü, örtülü yolda ilerlerken genç ve cesur bir yaver olan mihmandarın bindiği atın biraz öteye düşen bir obüs yüzünden ürktüğünü ve yolunu şaşırarak fırladığını, kendi atları da onun peşine düşünce üç dakika kadar süren bir yamaçta korkunç bir şarapnel ateşine yakalandıklarını anlatır. Mizaha çok yatkın bir zekâsı olan Ömer Seyfeddin, atlatılan bu büyük tehlikeyi bile şakaya dökmüş ve yol boyunca arkadaşlarını eğlendirmiştir.
Ömer Seyfeddin’in niyeti, dönüşte “Eski Kahramanlar” gibi on iki hikâyeden oluşan bir “Yeni Kahramanlar” serisi düşünmüş ancak “Çanakkale’den Sonra”, “Kaç Yerinden”, “Müjde” ve “Bir Çocuk Aleko” adlı dört hikâye yazabilmiştir. Ömer Seyfettin, Çanakkale gezisi sırasında görüp duyduklarına dayanarak yazdığı bu geç kalmış hikâyelerde, Tahir Alangu’nun haklı olarak ifade ettiği gibi umutsuz ve şevksiz bir hava içindedir. Yaklaştığını iyice sezdiği yenilgi karşısındaki umutsuzluğunu artık saklayamaz olmuş bu sebeple “Eski Kahramanlar” serisinde başarıyla kullandığı epik anlatımı bir türlü bulamamıştır.
Sadece Ömer Seyfeddin değil Çanakkale’de siperleri on gün müddetle gezen Edebî Heyet’teki diğer şair ve yazarlar da ne yazık ki çok kuru ve zoraki yazıldığı izlenimi veren metinler yazmıştır. Bunları Yeni Mecmua ve Harp Mecmuası gibi mecmualarda yayımlamışlardır. Bu yazı ve şiirlere çok yüksek telif ücretleri ödendiği yolunda tatsız dedikoduların çıktığını da kaydetmeliyiz. Dedikodunun sebeplerinden biri de Çanakkale’ye çağrılmayan genç şairlerden Yusuf Ziya’nın, Enver Paşa’nın arzusu üzerine yazdığı şiirlerden oluşan Akından Akına adlı şiir kitabı için çok yüksek bir telif ücreti alması ve bunu orada burada ballandıra ballandıra anlatmasıdır. Heyette Tanin gazetesini temsilen yer alan Muhiddin (Birgen) Bey’in hatıratında yazdıkları da dikkat çekicidir: “İtiraf ederim ki, eğer Türk milleti ilhamını bu kafileden almaya muhtaç olsaydı bu müdafaayı yapamazdı.”
Çanakkale gezisinden sonra sadece İbrahim Alâeddin’in yazdığı manzumeler, yıllar sonra Çanakkale İzleri (1926) ismiyle yayımlanmıştır. Yazar, bu kitabının mukaddimesinde gördüklerini kısaca şöyle özetliyordu: “Düşmana en ziyade yaklaşan siperlere girerek mükemmel ve faik hücum vasıtalarına karşı ne müşkil ve ne elim şerait içinde harbedildiğini, demir ve ateşe karşı azim ve imanla yapılan müdafaanın azametini gördüm. Şehirler kadar şehit mezarlıkları, ordular kadar gömülmemiş cesetler bende unutulmaz acılar bıraktı. Harbin ne feci ve ulvi bir çılgınlık olduğuna şahit oldum.”
Çanakkale İzleri on yedi manzumeden oluşmaktadır. Mesela “Siperler Arasında” başlıklı manzumede, Edebî Heyet’in 18 Temmuz tarihinde 1’inci Tümen Komutanı Cafer Tayyar Bey refakatinde ileri siperlere doğru gidişleri şöyle anlatılmıştır: “Kurşunların ıslığından daha nâfiz bir sadâ/ ‘Eğiliniz, tehlike var, çabuk geçin buradan!’/ Tenbihini fısıldadı, önde baktım ki hâlâ/ Sarsılmayan bir burç gibi duruyordu kumandan/ Artık Türk’ün yüksek alnı eğilmiyor, anladım/ Kul ölüme yaklaşmazsa dirilmiyor, anladım.”
İbrahim Alâeddin, “Bir Kurşun” adlı manzumesinin başına da “18 Temmuz 1331. Pazar günü Seddülbahir’de sağ cenahın ileri siperlerini tümen komutanı Cafer Tayyar Bey’le beraber gezmiştik. Orada bir mavzer aldım ve kum torbaları arasında teşekkül etmiş delikten düşman mazgalını nişanlayarak ateş ettim. Hayatımda ilk ve belki son defa olarak düşmana bir mermi atmış oluyordum.” notunu düşmüştür. Şu mısralar, bu merminin ne manaya geldiğini ifade eder: “İşte gayzı, kini dolmuş ruhumun/ Sana karşı hülâsası bu kurşun!”
Cepheyi gezen şairlerden Enis Behiç de ziyaretten sonra “Çanakkale Cephesinde” ve “Çanakkale Şehitliğinde” isimlerini verdiği iki manzume yazmış ve ikincisi yol arkadaşı İbrahim Alaeddin’e ithaf etmiştir. Mehmed Emin, Hıfzı Tevfik ve Orhan Seyfi gibi şairlerin manzumelerinde gerçekten, Mehmetçiğin kanıyla ve süngüsüyle imzaladığı savunmanın büyüklüğünü anlatmakta zorlandıkları görülür. Şair olarak pek tanınmayan Hakkı Süha da duygularını “Siperlerde” adlı şiirinde anlatmayı denemiştir. Tuhaf olan Hamdullah Suphi ve Ali Cânib dışında, geziye katılanların on gün boyunca yaşadıklarını başından sonuna kadar günü gününe anlatmamış olmasıdır. Heyettekilerin birkaçı dışında tek tek neler yaşadıklarını, neler hissettiklerini maalesef bilmiyoruz. Hakkı Süha Gezgin, portresini yazdığı yazar ve şairlerden Çanakkale gezisine katılmış olan birkaçı hakkında kısa notlar yazmıştır. Mesela “Kadın Şairi” olarak tanınan ve bu şöhreti dolayısıyla siperler dolaşılırken şakalaşmalara yol açan Celal Sâhir’in birçok kahramanlık şairinden daha cesur çıktığını fakat nedense eline silah almaktan çok çekindiğini belirttikten sonra şunları yazar: “Bir konak yerinde ona zorla tabanca attırdık. İlkin gözlerini kapadı. Kendi elindeki silâhın gümbürtüsünü beklerken göz kapakları buruşup titriyor, yüzü sinirli çizgilerle şimşekleniyordu. Ama Arıburnu’ndan en zengin ganimetle yine o döndü. Seyyar karyolasına bir düşman filintası bağlamışlar, kasaturalar takmışlar ve birkaç da boş bomba asmışlardı.”
Hamdullah Suphi ise İstanbul’a döndükten sonra yazıp İkdam gazetesinde tefrika ettirdiği Çanakkale notlarını daha sonra Günebakan (1929) adlı kitabının bir bölümü olarak değerlendirecektir. “28 Haziran sabahı Sirkeci’den hareket ediyorduk. Sizden beş on dakika evvel Hilâl-i Ahmer’e mensup bir takım yola çıktı. Üç büyük san’at, resim, musiki ve edebiyat, gönderdiği bir sanatkâr kafilesile Çanakkale’yi müdafaa eden askerlere saygılarını, sevgilerini söyleyecek, Çanakkale sırtlarında kızıl bir şafak gibi parlayan o korkunç, eski Türk kılıcına minnet ve takdisini bildirecekti.” cümleleriyle başlayan ve yol boyunca gördüklerini kendine has belagatle uzun uzadıya tasvir eden Türk Ocağı Reisi de nedense yol arkadaşlarının hiçbirinin ismini anmamıştır. Ancak bu geziye katılanların yazdıkları arasında en bilgi verici metnin onun kaleminden çıktığını belirtmek gerekir.
Heyetteki ilgi çekici simalardan biri de şair ve bestekâr Leyla Saz’ın oğlu Yusuf Râzi Bey’dir. Çanakkale cephesinde yaşanmış destanî kahramanlıklardan birini de onun kaleminden okuruz. Cephe ziyaretinden döndükten üç ay kadar sonra Tanin gazetesinde yayımlanan yazısında, Arıburnu cephesinde bir topçu bataryasının komutanı olan ve bataryasını bir efsaneye dönüştüren Yüzbaşı Haydar Bey ile maiyetindeki Mülâzım Reşid ve Mülâzım Mehmed Ali Beylerin birlikte nasıl şehit düştüklerini anlatır. Henüz on yedi yaşındayken İkinci Balkan Harbi sırasında Galatasaray Lisesi’ni terk edip gönüllü olarak cepheye koşan ve ağır bir şekilde yaralanmış olmasına rağmen askerlikten vazgeçmeyip topçuluk eğitimi alan Mehmed Ali Bey, Nâzım Hikmet’in küçük dayısıdır.
Geziye ressam olarak katılan Çallı İbrahim ve Nazmi Ziya Beylerin, cephede gördüklerini yansıtan resimler yapıp yapmadıkları bilmiyoruz. Çallı, Çanakkale resimlerini 1918 yılında açılan Şişli Atölyesi’nde yapmıştır. Heyetteki tek musikişinas olan Ahmet Yekta Bey ise sadece Enis Behiç’in bir Çanakkale şiirini bestelemiştir; ne var ki bu besteye ulaşmak mümkün olmadı.
Edebî Heyet, Arıburnu ve Seddülbahir’de on gün gezdikten sonra İstanbul’a dönmüştür. İbrahim Alâeddin, Yeni Mecmua’nın “Çanakkale Nüsha-i Fevkalâdesi”nde yayımlanan “Boğaz’dan Geçerken” adlı uzun manzumesi için düştüğü dipnotta, heyettekilerden bir kısmının Gelibolu’ya dönüp İstanbul’a karayoluyla, kendisinin de yer aldığı grup da deniz yoluyla döndüklerini anlatır. Deniz yolunu tercih edenler, harbi daha yakından hissetmek isteyen meraklılardır. Gece saat 10.00’da Akbaş İskelesi’nden Çanakkale’ye geçmek üzere bir römorkla Boğaz’a açılırlar. Deniz sakindir, gökte hilâl epeyce kalınlaşmıştır ve Boğaz’ın girişine yakın bir yerinde karşılıklı projektör hatları “nurdan bir bağ gibi” uzanmaktadır. Kumkale üzerinde İntepe, düşman ateşine aralıklı ve vakarlı top atışlarıyla cevap vermekte, gökyüzü, mehtap ve deniz bu esrarlı savaş sahnesine vahşi bir güzellik katmaktadır. İbrahim Alâeddin, deniz üzerinde mayına çarpmak veya düşman tarafından fark edilip bir şarapnele hedef olmak tehlikesinin kendisine hayatında benzerini yaşamadığı bir zevk verdiğini ve “Boğaz’dan Geçerken” şiirinin o gecede hissettiklerinden doğduğunu söylüyor. “Hilâl ürpermişti güya derinde/ Sema uzaklaşmış gibiydi yerden/ Bu gece şu kavga sahillerinde/ Vahşi bir güzellikti hükmeyleyen.”
Devrin önde gelen şair ve yazarlarının –bazıları davet edilmediği, bazıları da çeşitli mazeretler ileri sürerek davete icabet etmediği için– edebiyat çevrelerinde tatsız dedikodulara da yol açan bu gezinin edebî sonucu, heyetin en genç üyelerinden olan Enis Behiç’in İbrahim Alâeddin’e ithaf ettiği “Çanakkale Şehitliğinde” isimli manzumesinin şu mısraında veciz bir şekilde özetlenmiştir: “Utandım bu âciz şairliğimden”.
Kaynakça
“Esat Paşa’nın Çanakkale Hatıraları: 10, Savaş Meydanında Geri Verilen Rütbe”. Hayat. 4 Eylül 1959, sayı: 36,
Alangu. Tahir. Ömer Seyfeddin: Ülkücü Bir Yazarın Romanı. İstanbul: May Yayınları, 1968.
Ayvazoğlu, Beşir. Edebiyatın Çanakkale’yle İmtihanı: Arıburnu ve Seddülbahir’de On Gün. İstanbul: Kapı Yayınları, 2021.
Bel, Yusuf Razi. “Harp Hikayeleri: Arıburnu Cephesinde”. Tanin. S: 2471, 20 Teşrinievvel 1331.
Birgen, Muhittin, İttihat ve Terakki’de On Sene: İttihat ve Terakki’nin Sonu I-II, Haz. Zeki Arıkan, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2006.
Çanakkale 5/18 Mart (Yeni Mecmua Nüsha-i Fevkalâde 1331-1915). İstanbul: 1918.
Enginün, İnci. Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1991.
Gezgin, Hakkı Süha. Edebi Portreler, Haz. Beşir Ayvazoğlu. İstanbul: Kapı Yayınları, 2013.
Gövsa, İbrahim Alâeddin. Çanakkale İzleri. İstanbul: Kütüphane-i Hilmi, 1926.
Koryürek, Enis Behiç. Miras. İstanbul: Devlet Kitapları, 1971.
Köroğlu, Erol. Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) Propagandadan Millî Kimlik İnşasına. İstanbul: İletişim Yayınları 2004.
Mehmed Emin Yurdakul’un Bütün Eserleri: 1, Şiirler. Haz. Fevziye Abdullah Tansel. İstanbul: TTK Yayınları, 1989.
Ortaç, Yusuf Ziya. Bizim Yokuş. İstanbul: Akbaba Yayınları, 1966.
Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri 1-5. Haz. Hülya Argunşah. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1999-2000.
Selçuk, Mustafa. “Birinci Dünya Savaşı Sürecinde Harbiye Nezareti’nin ‘Çanakkale Kahramanlığını Yaşatma’ Amaçlı Faaliyetleri”. İ.Ü. Avrasya İncelemeleri Dergisi (AVİD). 2012, sayı: I/2, 195-242.
Tanrıöver, Hamdullah Suphi. “Gördüklerimiz I-VIII”. İkdam. S: 6625-6638, 15-28 Temmuz 1331.
Tanrıöver, Hamdullah Suphi. Günebakan. Ankara: Türk Ocakları İlim ve Sanat Heyeti Neşriyatı, 1929.
Yöntem, Ali Cânib. “Harp Cephesine Doğru I-VI”, Turan. Sayı: 1354, 1356, 1358, 1359, 1364, 1368, 23 Temmuz-Ağustos 1331.
Yöntem, Ali Cânip. “Seddülbahir Grubunu Ziyaret”. Yeni Mecmua Çanakkale Nüsha-i Fevkalâdesi.
Yurdakul, Mehmed Emin. Ordunun Destanı. İstanbul: Matbaa-i Ahmed İhsan ve Şürekası, 1331.
Atıf
Ayvazoğlu, Beşir. “Edebî Heyet”, Çanakkale Savaşları Ansiklopedisi, Ed. Murat Karataş, İstanbul: Çanakkale Savaşları Enstitüsü Yayını (ISBN: 978-605-80897-7-8), 2023.
Beşir Ayvazoğlu, “Edebî Heyet”, Çanakkale Savaşları Ansiklopedisi, Ed. Murat Karataş, Çanakkale Savaşları Enstitüsü Yayını (ISBN: 978-605-80897-7-8), İstanbul 2023.
• Maddenin Dijital Nüshasını pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.